28 Nisan 2015 Salı

100.YILINDA BÜYÜK ERMENİ YALANI

Ermeni meselesinde dikkat edilmesi gereken şey kavramlardır. Bu kavramlarda “tehcir” ve “soykırım” kavramlarıdır. Ermeniler Osmanlının soykırım yaptığını öne sürerken, tarihi gerçeklikler ise Osmanlının Ermenilere tehcir uyguladığını bizlere söylemektedir. Peki tehcir ve soykırım arasındaki fark nedir? Tehcir bir etnik unsuru bir yerden başka bir yere göç ettirme işidir. Soykırım ise bir etnik unsuru bilerek ve isteyerek kıyıma uğratmasıdır. Bir ulusu yok etme çabasıdır.
24 Nisan 1915’te Osmanlı devleti Tehcir Kanunu çıkarttı. Yaşadıkları yerlerinden Ermenileri başka topraklara göç ettirdi. Hiçbir hadise sebepsiz yere çıkmayacağına göre bu olayında elbet bir sebebi vardı. O dönemde Osmanlı Rusya ile çetin bir savaş halindeydi. Ermenilerin yaşadığı yerlerde Türklerde yaşıyordu. Osmanlı Rusya ile savaş halindeyken eli silah tutan Türkleri savaşa çağırmıştı. Doğal olarak da o bölgede sadece yaşlı erkek, kadın ve çocuklar kaldı. Bunu fırsat bilen Ermeni çeteleri eşsiz ve babasız kalan kızlara tecavüz ediyor, yaşlıları ve çocukları öldürüyordu. Savaşta bu durumdan haberdar olan asker ailesini kurtarmak için cepheden kaçıp tekrar evine dönüyordu. Bunun sonucunda da savaşta asker eksikliği yaşanıyordu. Ayrıca Ermeniler Osmanlı’ya karşı Rusya’yı destekliyorlardı. Bu durumu gören Osmanlı yönetimi çareyi Tehcir Kanunu çıkartmakta gördü. Ermenileri bulundukları topraklardan başka bir Osmanlı topraklarına göç ettirdi. Burada dikkat edilmesi gereken husus bir Osmanlı toprağından başka bir Osmanlı toprağına sevk edilmiş olmasıdır. Yani başka bir ülkeye göç ettirme durumu yoktur.
Bu yapılan göç sırasında ölümler ve yaralanmalar oldu. Fakat bu ölümler kasıtlı bir biçimde asla olmadı. Dönemin şartları, Osmanlı İmparatorluğu’nun fakirliği, Ermeni çetelerinin Osmanlı aleyhine çalışmaları buna etken oldu.
İnsanların yüzyıllardır yaşadıkları yerlerden göç ettirilmesi hoş bir durum değildir. Fakat Ermenilerin şu an yürüttükleri fikir soykırım fikridir. Türkleri soykırım yapmakla suçlamaktadırlar. Bu büyük bir Ermeni yalanıdır. İşin ilginç tarafı soykırımdan şikayetçi olan Ermenilerin Dağlık Karabağ’da binlerce Azerbaycan Türkünü kıyıma uğratmış olmasıdır. Düşünün hem soykırımdan şikayet edeceksiniz hem de soykırım yapacaksınız. Ermenilerin aslında bu büyük yalanı söylemesi pekte şaşılacak bir şey değil. Çünkü Ermeniler tarih boyunca kim güçlü ise onun yanında yer aldılar. İlk Önce güçlü Romalıların, Roma çökünce Dönemin en güçlüsü Osmanlıların, Osmanlı çökünce de güçlü Rusya’nın yanında yer aldılar. Bu Ermenilerin tarih boyunca izlemiş oldukları “Büyük Ermeni Stratejisi”dir.
Sonuç olarak soykırım büyük bir yalandır. Yapılan Tehcirdir. Tehcir ve Soykırımda birbirinden uzak kavramlardır. Soykırım, Almanların Yahudileri topluca öldürmesidir. Soykırım, Çinlilerin milyonlarca Japonu topluca  katletmesidir. Ve soykırım Ermenilerin Dağlık Karabağ’da binlerce insanı çocuk, kadın ve yaşlı ayırt etmeksizin planlı bir öldürme operasyonunun adıdır.

SÖZDE ERMENİ  SOYKIRIMINI KABUL EDEN ÜLKELER
URGUAY
KIBRIS RUM KESİMİ
ARJANTİN
RUSYA
KANADA
YUNANİSTAN
LÜBNAN
BELÇİKA
İSVEÇ
İTALYA
VATİKAN
FRANSA
İSVİÇRE
SLOVAKYA
HOLLANDA
ALMANYA
VENEZUELA
LİTVANYA
POLANYA
ŞİLİ
BOLİVYA
ÇEK CUMHURİYETİ
AVUSTURYA

Kaynak:haber7.com





19 Nisan 2015 Pazar

KUTLU DOĞUM BİLMECESİ

   Her sene Nisan ayı geldiğinde aynı tartışmalar gün yüzüne çıkar. Kutlu doğum haftasının yanlış tarihte oluşundan tutun da, böyle bir haftanın kutlanması gerektiği ya da gerekmediği konusunda her kesim görüşünü dile getirir. Ben de kendi perspektifimden bu tartışmaları ele almak, görüşlerimi dile getirmek istiyorum. 


        KUTLU DOĞUM HAFTASININ SABİTLENMESİ

   Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in doğumu kesin olarak bilinmemekle birlikte, Mısırlı astronomi alimi Mahmut Paşa el Feleki'nin çıkarımları ile Efendimizin doğumu, 20 Nisan 571'dir. Bu konu da farklı hesaplamalar da yapılmıştır ancak halk arasında genel de bilinen tarih budur. Diyanet İşleri Başkanlığı da 14-20 Nisan tarihlerini kutlu doğum haftası olarak sabitlemiştir. Karmaşa ise kullandığımız takvimden kaynaklanmaktadır. Bugün kullandığımız Miladi takvim ile (kullanmadığımız) Hicri takvim arasında 10 günlük bir fark olması, Diyanet'in bu uygulamasının yanlışlığını gözler önüne sermektedir. Bu uygulama Müslümanların kafasını karıştırma, hatta Efendimizin doğumunun yılda iki kere olması gibi bir saçmalığı beraberinde getirmektedir. Öyle ki Diyanet bu uygulamasıyla şu sorunun sorulmasının önünü açmaktadır: Madem böyle bir sabitleme yapılabiliyor, o zaman Ramazan ayını neden kış ayına sabitlemiyoruz ? Bu tabi ki olabilecek bir durum değil. Takvimimizi İslami takvim yapmak mümkün olmadığına göre (Laik amcalar ve teyzeler duymasın. ) Diyanet bu yanlıştan dönmeli, her yıl farklı tarihlere de gelse bu haftayı ona göre şekillendirmelidir.

              EFENDİMİZİN DOĞUMU KUTLANIR MI ?

   Efendimiz'in doğumu Mevlid Kandili adı altında ilk olarak Mısır'da Şii Fatımı Devleti tarafından kutlanmıştır. Bu devletten önce Efendimiz'in doğum kutlamalarına ilişkin bir kayıt ya da bir gösterge yoktur. Pek tabi Peygamberimiz'in (S.A.V)  doğumu, önemlidir ama ashabı döneminde hiç bir kutlama, etkinlik yapılmamıştır. Doğru olan O'nu yaşamak, mirasına sahip çıkmak, sünnetine sarılmaktır. Çünkü böyle bir hayat, bir hafta ya da bir ay anılarak geçiştirilebilecek türden bir hayat değildir. Bir Müslüman 24 saatlik  hayatının her bir saniyesine peygamberin hayatını tatbik etmelidir. Yoksa bir hafta anma törenleri düzenleyip, 358 gün dünya hayatı ile oyalanmak, bizim için zarardan başka bir kar değildir. Bugün Müslümanlar olarak bir İslam Devletimiz yoksa, faiz hayatımızın bir parçası olmuşsa, fuhuş sokaklarda kol geziyorsa, zina hayatın bir parçası olmuşsa, içki ve kumar zirve yapmışsa, kusura bakmayalım 365 gün kutlama yapsak yine de Allah'ın gazabı üzerimizden kalkmaz. Bu saydıklarımın hepsi orta da iken kutlu doğum haftası kutlamak ya da kutlamamak bir Müslüman için önemli değildir. 
   Bugün her birimiz, peygamber sünnetini hayatımızdan kaldırdığımız belki de hayatımıza hiç sokmadığımız için yönümüzü bulamıyoruz. Oysa ki "O" bize bir Kur'an ve sünnet bıraktı. Bunlara sıkıca bağlanırsak hiç bir zaman yolumuzu kaybetmeyiz.

  Vesselam...



13 Nisan 2015 Pazartesi

Bir Direniş Hareketi ve Varoluş Mücadelesi

       RUSYA-ÇEÇENİSTAN ÇATIŞMASI
 
    Çeçenistan’da uzunca bir yılı aşkın süredir tüm dünyanın gözleri önünde bir insanlık dramı yaşanıyor. Rusya her ne kadar Çeçenistan’daki savaşı gözlerden uzak tutmaya çalışsa da ortaya çıkan tablo gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Rus askerlerinin saldırıları sonucu Çeçenistan’da 250 bini aşkın kişi hayatını kaybetti. Bu da savaşın başında 1 milyon olan çeçen nüfusunun dörtte birine karşılık geliyor. Nüfusun yarısı ise Çeçenistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Bugün her bir çeçenin bir ya da daha fazla yakını artık hayatta değil. Bu insanlar büyük bir Travma geçirmekte ve her geçen gün daha da artan baskılara katlanmak zorunda bırakılıyorlar. Öyle ki insanlar yargısız infazlar sonucu öldürülen çocuklarının ya da eşlerinin cesetlerini almak için bile binlerce dolar fidye ödemek zorunda bırakılıyor.  Her şeye rağmen orada olan, hayatta kalan Çeçen halkı yaşam ile ölüm arasında ince çizgide, umut ile umutsuzluk arasında bir yerde bekliyorlar.
         
    Çeçenistan Kafkasya’nın küçük fakat jeostratejik konumu ve ekonomik kaynaklarıyla önemli bir ülkesi. Kadim bir geçmişe sahip olan Çeçenler dört asırdan uzun bir süredir Ruslara karşı bu coğrafyada varoluş mücadelesi veriyorlar. Çeçenlerle Ruslar arasında nüfus, yüzölçümü, yetişmiş asker ve diğer kaynaklar açısından bir güç asimetrisi bulunuyor.
           
    Çatışmanın analiz edilmesinde öncelikli olarak tarafların belirlenmesi gerekmektedir. Birincil Taraflar Çatışmada birbirine tamamen zıt olan çatışmadan doğrudan etkilenen Rusya ve Çeçenistan’dır. İkincil taraflar ise çatışmadan doğrudan değil de dolaylı olarak etkilenen Türkiye, AB ABD ve Azerbaycan’dır. Son olarak Üçüncül taraf ise Çatışma Sürecini etkileme gücü olan BM’dir.

    Çeçenistan’la ortak bir tarihi ve kültürel mirasa sahip Türkiye’nin sınırlarından sadece birkaç yüz kilometre uzakta yaşanan insanlık dramına kayıtsız kalması elbette düşünülemez. Şeyh Şamil engelinin aşılmasıyla Rusların 93 Harbi’nde Erzurum önlerine kadar geldikleri hatırlanacak olursa, Ortadoğu-Kafkasya’nın tam merkezinde yer alan Anadolu’nun etkin bir Kafkasya politikası izlemesi zorunludur. Türkiye’nin Çeçenistan politikası devlet ve halk tarafından farklılık arz etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, devlet politikasında Çeçenistan’a yönelik doğrudan bir söylem geliştirmemiştir. Çeçen halkına az da olsa destek vermeye çalışmıştır. Halk ise mücadelede doğrudan taraf olmuş ve Çeçenistan’ın yanında yer almıştır.

    Bugün çeçenler bütün bir toplum olarak kaderine terkedilmiş durumdalar. Başta ABD, AB ve İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünya Çeçenistan’daki savaşı görmezden geliyor. Biz ise barış ve huzur içinde bir Kafkasya umudumuzu hiçbir zaman kaybetmeyeceğiz.

    ABD’nin Rus-Çeçen çatışmasına yönelik dış politikasını, öncelikle insan haklarının ABD dış politikasının dayanağı olarak kullanıldığı gerçeği göz önüne alındığında endişe vericidir. AB, AK ve AGİT ile beraber ABD, Rusya’yı uluslararası  hukuku ihlali konusunda kınamak zorunda. Şimdilerde Kafkaslarda ki barış umudu ve Çeçenlerin barış arayışına adil bir çözüm bulma umudu gölgelenmiş gibi görünüyor. Clinton, yönetiminin Rusya’nın Çeçenistan’da ki zalim saldırılarını önlemekte başarısız olmasına rağmen Bush yönetimi, yürürlükteki dış politikayı, uluslararası hukuk ile uyum içerisindeki adil ve yasal araçlarla ABD ulusal çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzeltmek için geniş imkanlara sahip. Dünyanın tek süper gücü olarak ABD, Çeçen sorununa, ulusal çıkarlara ve uluslararası hukuka uyumlu pragmatik bir çözüm bulmak için gerekli araçları elinde bulunduruyor.   

    Çeçenistan’da yaşananlar; bir taraftan Avrupa konseyi üyesi ve birçok insan hakları sözleşmesinde imzası bulunan devletlerin bunlara itaatsizliğini, diğer yandan da uluslararası toplumun bu ihlallere duyarsızlığını gözler önüne seriyor. Çeçenistan, Bosna’dan Kosova’dan farklı olmasa da, Putin’in uygulamaları da Saddam rejiminkinden çok farklı olmasa da bu çatışma uluslararası toplumda benzer ilgiyi görmedi. Batılı hükümetler tarafından Rusya’nın iç meselesi olarak görünen sorun, İslam dünyasının da sessizliğiyle kaderine terkedilmiş durumdadır.

    Çeçenistan’daki savaşın daha iyi anlaşılabilmesi için tarafların soruna bakış açılarını çok iyi anlamamız gerekiyor. Rusya’nın Çeçenistan politikası, bir yanda küresel güç olarak yükselen ABD’nin hakimiyetini sarsma, askeri nüfusunu sekteye uğratma, Kafkasya’da kaybettiği siyasal ve ekonomik avantajı yeniden elde etme amacını taşımakta, öte yanda Çeçenlerin bağımsızlık mücadelesinin başarılı olması halinde bunun diğer özerk cumhuriyetlere kötü örnek olmasını önleme gibi kaygılar barındırmaktadır. Diğer yandan da Rusya 11 Eylül saldırılarından Çeçenistan’da gerçekleştirdiği askeri operasyonlarını ABD’nin öncülüğünde başlatılan ‘’uluslararası terörle mücadele’’ kapsamına dahil etmiştir. Kısaca Çeçenistan’da gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri konusunda tepki çekmemek için Terörle Mücadele kavramını savunma mekanizması olarak kullanmıştır. Bununla birlikte Rus Hükümeti Çeçenistan meselesinin Rusya’nın iç meselesi olduğunu vurgulamakta, diğer devletlerin ve kuruluşların bu konuya müdahalesine karşı çıkmaktadır. Çeçenler ise; Mücadelelerini küresel bir eylemden ziyade sadece Rus yönetimini muhatap alan ve bağımsızlığa ulaşmayı amaçlayan bir hareket olarak nitelendirmektedirler.
    
    Çeçenistan sorunu ne milliyetçilik akımlarının etkisiyle ortaya çıkmış bir çatışma, ne de 11 Eylül sonrası ifade edildiği gibi bir terörle mücadele operasyonudur. Tarihsel süreç, Çeçenistan’daki sorunun; din, dil ve coğrafi unsurları bir arada barındıran bir varoluş mücadelesi olduğunu göstermektedir.
    
    Çeçenistan’da bugün kriz, savaş, çatışma, dram, trajedi gibi çok farklı kelimelerle ifade edilen sorun, SSCB’nin dağılma süreciyle birlikte ortaya çıkmış bir bağımsızlık mücadelesi olarak değerlendirilmemelidir. Çeçenistan’daki varoluş mücadelesi yaklaşık 400 yıllık bir geçmişe sahiptir. Rusya’nın 16. Yüzyılda Kafkasya’da başlattığı sömürgecilik faaliyetleri 19. Yüzyılda hız kazanmış ve yüzyılın ikinci yarısında Kafkas halklarının topraklardan acımasızca sürülmesiyle sonuçlanmıştır. 1864 ve 1944 yıllarında iki büyük sürgüne ve çok sayıda katliama maruz bırakılan Çeçenler de Rusya’ya karşı olumsuz bir travma oluşmuştur. Ve zaman geçtikçe de artan olaylar geri dönülemez bir güvensizliğe yol açmıştır.

    Rusya’nın çıkarları açısından Çeçenistan çok önemli bir yerde bulunuyor. Rusya hakimiyet alanını genişletmek istiyor. Çeçenistan’ın hazar deniziyle kıyısının olması Rusya açısından bölgeyi daha da çekici hale getiriyor. Rusya hem Hindistan tarafından sıcak denizlere inmek için hem de Orta Asya’ya bağlanacak olması sebebiyle bölgeyi elinde tutmak istiyor. Ayrıca Orta Asya’daki doğal gazı getirip Avrupa’ya satmak istiyor. Ve güzergahta Çeçenistan var. Bugün Rusya Çeçenistan üzerinden Orta Asya’dan aldığı doğalgazı Avrupa’ya satmazsa Avrupa donar.
    
    11 Eylül olaylarından sonra  ABD’nin öncülüğünde başlatılan ‘’uluslararası terörle mücadele kampanyasına’’ en açık destek Rusya'dan geldi. Ekim 2002’de Moskova’daki bir tiyatrodaki rehine eylemi ve Eylül 2004’te gerçekleştirilen Kuzey Osetya’nın Beslan kasabasındaki okul baskını, 11 Eylül’den beri Çeçen ‘terör tehdidini’ her zaman kullanmış olan Rus yönetimine saldırılarında önemli bir meşruiyet dayanağı teşkil etti. Böylece Rusya, Çeçenistan’daki operasyonları için sadece meşruiyet kazanmakla kalmadı, başta ADB olmak üzere dünya kamuoyunun da desteğini sağlamış oldu.
    
    Çatışmanın çözülememesinin sebeplerinden bir taneside Rus yönetiminin normalleşme söylemidir.  Çeçenistan’ı dünya kamuoyundan ve hatta kendi toplumundan uzak tutan Rus yönetiminin, Çeçenistan’da savaşın bittiği ve hayatın normale döndüğü yönündeki açıklamaları uluslararası toplumun konuya ilgisinin azalmasına neden oldu. İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 2004 yılı Dünya Raporu, 11 Eylül saldırıları sonrasında Rus Yönetiminin Çeçenlere yönelik baskılarının arttığını doğruluyor. Özellikle 2003 yılında, keyfi tutuklamalar, işkence ve kayıp olaylarında artış olduğunu kaydeden rapor, Kremlin’in normalleşme iddiasının aksine savaşın yayıldığını ve daha büyük çapta ihlaller gerçekleştiğini söylüyor.
    
    Bugünkü direnişin en büyük sebeplerinden olan Müridizm’den ve Şeyh Şamil’den de bahsetmemiz gerekiyor. Bugün Çeçenlerin Psikolojik motivasyonları(Psiko-Tarih) bununla alakalıdır. Yayılmacı ve Sömürgeci bir politika izleyen Çarlık Rusya’nın Kafkasya’da karşılaştığı en büyük direniş Müridizm hareketidir. Bu direniş İmamlar öncülüğünde yürütülmüş ve başarılı olmuştur. İmamlar Dönemi olarak adlandırılan bu dönem şiddetli çatışmalara sahne olmuş ve Çarlık Rusya’sı Kafkasya üzerindeki hakimiyetini ancak son İmam Şeyh Şamil’i öldürerek ve halkı bölgeden sürerek kurabilmiştir. Müridizm hareket işgal ve sömürüyle mağdur olan Çeçen halkına Cihat ruhunu aşılamıştır. Bu günde Cihat şuuruyla mücadelelerini vermektedirler.

  Çatışmaya etki etme gücü olan ve çözüm sağlamaya çalışan BM aslında Rusya’yı cesaretlendirmiştir. Birinci savaşta Rusya’nın Çeçenistan’da gerçekleştirdiği ihlaller ve işlediği savaş suçlarından dolayı diplomatik olarak herhangi bir tutumla karşılaşmaması Rus yönetimin cesaretlenmesine yol açtı. Ve bu cesaretle olacak ki, Rusya Başbakanı Sergey Stepaşin’in sözcülüğünü yapmış olan General Alexandre Mikhailov ikinci savaş öncesi şu açıklamayı yapmakta herhangi bir sakınca görmedi; Çeçenistan’ı bir ayda kökünden kazırsak, Batı farkına bile varmaz.

    Beslan Rehine Krizi bu çatışmada önemli bir yer tutuyor. İki taraf içinde Travma olarak nitelendirebiliriz. Kısaca 1 Eylül 2004 tarihinde 1227 kişinin rehin alınmasına Rusya 318 kişiye katlederek çözüm buldu. Burada sorulması gereken bazı sorular vardı. Kuzey Osetya’daki olayın Çeçen davasıyla ne ilgisi vardı? Yüzlerce çocuğu rehin alan kişiler Çeçenlerin onurlu bağımsızlık mücadelesini temsil ediyorlar mıydı? Ya da bu eylemde rol alanlar Çeçenistan’daki soykırıma öfkelerini göstermek, yok edilen bir milletin ve ülkenin sesini duyurmak, bu trajediye sessiz kalan dünyanın dikkatini çekmek istemiş olabilirler miydi? Bu olay sonucunda Kafkaslardaki gerçekler geri plana itildi. Dünyanın Çeçen direnişine sempatisini zayıflatan olay, Çeçen davasına Ne kazandırdı?  Kim kazandı? Tabii ki uluslararası terör argümanıyla dünyayı savaş alanına çeviren, çıkarlarını küresel terörle güvence altına alan güçler…
    
    Aslında konuya Stratejik işbirliği karşısında İnsan hakları diye bir başlıkta atabilirdik. Hem ABD hem de AB ülkelerinin Çeçenistan politikasını belirleyen unsurlar arasında ekonomik çıkarlar öncelikli bir yere sahiptir. ABD ve Avrupa hükümetlerinin ortak savunma, güvenlik ve enerji gibi konularda Rusya ile olan siyasi ve ekonomik ilişkileri, onları Rusya ile insan hakları konusunda karşı karşıya kalmaktan her zaman alıkoydu.
   
    Öncelikli olarak Çeçenistan’daki çatışmayı Rusya’nın bir iç meselesi olarak kabul etmek ve Çeçenistan’daki savaşı uluslararası terörle mücadele kapsamında değerlendirmek Çeçenistan için çözüme uzak bir anlayışı benimsemek demektir. Rusya’nın Çeçenistan’ı işgali Rusya’nın iç meselesi olarak görülmemeli ve burada gerçekleştirilen insan hakları ihlalleri de uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirilmelidir. Rus yönetimine uluslararası insan hakları sözleşmesine uyması konusunda baskı yapılmalıdır. Bölgedeki ihlallerin tespit edilmesi ve bölgeye insani yardım ulaştırılması, Çeçenistan’daki sorunları çözmeye yetmeyecektir. Pozitif Barışın sağlanması için bölgenin nihai statüsünün belirlenmesi gerekmektedir.  
  
    Çeçenistan’daki yaşananlara insan hakları perspektifinden bakmamız gerekiyor. Ancak ‘’İnsan Hakları’’ kavramının günümüzde her türlü siyasi söylem için kolaylıkla manipüle edildiği ve kavramın kendisinin ihlale açık olduğu göz önünde bulundurulduğunda Çeçenistan’daki sorunun hangi bağlamda değerlendirileceği çok büyük önem arz etmektedir. Tarafsız bir gözle, yaşananları karşılıklı ihlaller olarak tanımlamak ve bunu bu şekilde rapor etmek sorunun çözümüne hiçbir katkı sağlayamayacaktır. Bununla birlikte Çeçenistan’daki durumu savaş, çatışma, işgal, direniş, terörle mücadele ya da bağımsızlık mücadelesi gibi kavramlarından birini tercih ederek tanımlamak aslında soruna doğrudan taraf olmak anlamına geliyor. Bu çatışmanın çözümünde birincil hedef oradaki insan hakları ihlallerinin gündeme taşınması olmalıdır.
   
    Uluslararası topluluk, çatışmanın taraflarını insancıl hukuka uygun davranması ve sivil halkı korumak için gereken önlemlerin derhal alınması yönünde zorlamalıdır. Rusya, Avrupa Konseyi’nin bir kurucu üyesi olarak insan hak ve hürriyetlerini garanti etmek zorundadır. Nitekim Avrupa Konseyi ve Rusya’nın kanunları ile Rus ordusunun Çeçenistan’da gerçekleştirdiği ihlaller tezat teşkil etmektedir.

    Gelinen noktada, yıllarca süren savaş ve militarist siyasetlerin bu çatışmanın çözülmesine katkı sağlamadığı, aksine çatışmanın Kafkasların diğer bölgelerine de yayılmasına sebep olduğu görülmüştür. Bölgede kalıcı bir barışın sağlanması, yukarıda da bahsettiğim gibi pozitif barışın sağlanması Çeçenistan’ın tarihi ve kültürel yapısı ile dini ve etnik özelliklerinin göz önünde bulundurularak siyasi statüsünün belirlenmesine bağlıdır.

    Şu bir gerçek ki, Rusya ne kadar şiddet uygularsa uygulasın, Çeçenistan’a ne kadar asker yığarsa yığsın başarılı olamayacak. Çeçenlerle anlaşmadığı sürece Rusya’nın Kafkaslar politikasının da başarı şansı olamayacak. Çeçenistan için her türlü şiddet ve katliam dışında seçenek tanımayan Putin’in askerleri yaptıkları vahşeti özgürce gerçekleştirebiliyorlar. Yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir savaş var ortada ve ölenlerin çoğu çocuk, küçük bir millet yok ediliyor.

    Devletlerin birbiriyle terör üzerinden hesaplaştığı, istihbarat kuruluşlarının terör örgütleri kurduğu ve terörist saldırılar yaptığı, büyük enerji projeleriyle terörün iç içe geçtiği bir dönemde yaşıyoruz. Dünyanın yeniden yapılandığı, birçok bölgede korkunç bir paylaşım mücadelesinin yaşandığı, ABD ve müttefikleriyle bazı güçler arasında çok ciddi nüfus mücadelelerinin olduğunu biliyoruz. Uluslararası terör argümanının tartışılamaz ön kabul haline geldiği bir dönemde, devletlerin terör yatırımı ciddi bir şekilde analiz edilemezse korkunç bir gelecek bizi bekliyor demektir.
            

Kaynakça


-  AHMED Nafız, ‘’ Çeçenistan’ın Ezilmesi: Batı Politikasında İnsan Hakları’nın Rolü ‘’,       Çeçenistan; Yok Sayılan Ülke, (Der, Özcan Özen ve Osman Akınhay), İstanbul: Everest Yayınları
-  SEZGİN Niyazi, ‘’ Bölgeler ve Olaylar Kafkasya’’, Stratejik Analiz, Aralık 2002
-  KARAKOÇ Ekrem, ‘’Rusya’nın Kafkas Politikası’’, Anlayış Sayı 4, Eylül 2003
-  MURADOV Musa, ‘’ Chechnya Enters Zone of European İnterests’’, 14 Nisan 2005
-  ZAKARİA Fareed, ‘’This is Moral Clarity?’’, Washington Post, 5 Kasım 2002
-  TORBAKOV Igor, ‘’Türkiye Rusya İlişkileri’’, Euro Asia Net, Ocak 2005
-  YILDIRIM Tansı, ‘’Çeçenistan Sorunu ve Türkiye’’, Değişen Dünya ve Türkiye, İstanbul Bağlam Yayınları, 1996
-  TURHAN İbrahim, ‘’Umudun Öldürülemediği Dağlar, Kafkasya’’, Anlayış, Sayı 4, Eylül 2003
-  KOCAOĞLU Mehmet, ‘’Rusya’nın Tarihe Düşen Emperyalist Gölgesi’’, Bilgi Dergisi, Sayı 3, Güz 1996




11 Nisan 2015 Cumartesi

DOĞU-BATI AYRIMI

                                             

‘‘Doğu doğu’dur batı’da batı ve bu ikisi hiçbir zaman birleşmeyecektir.’’ Fakat  devamında ‘‘Dünyanın iki ucundan iki kuvvetli adam bir araya gelse bu ayrılık ortadan kalkar’’ der  umudunu diler getirir şair. Rudyard Kipling.

Batı gözüyle doğu yada doğu gözüyle batı; doğu batı ikililiğine dayanan bir düşünüş biçimi, doğu ve  batı kelimelerinin anlam ve muhtevaları üzerinde durmayı zorunlu kılmaktadır. Bu terimlerin anlamlarında güneşin doğuşu ve batışının temel belirleyici olması, ışığın insanlık için taşıdığı değerin ve insanlığın düşünce dünyasına yaptığı katkının önemini ortaya koymaktadır.
Doğu Batı ikililiği öncelikle, hem coğrafi hem de söylemsel alanlarda oluşan bu kurgusal niteliğinden dolayı büyük bir sorgulamayı hak etmektedir. İlk olarak doğu ve batı terimlerinin ortaya çıkış noktaları ve kullanım alanlarına bakıldığında Asya ile Avrupa’nın, Doğu ile Batı arasındaki sınırın, nerede başlayıp nerede bittiğinin cevabının çok net olmadığı görülür. Zira bu sınırlar tarih boyunca çok değişken özellikler göstermiştir. Asya Asur dilinde ‘‘Doğu ülkesi’’ anlamına gelir. Asya ve Avrupa kelimeleri, Babil şehrinin her iki kısmını ifade eden asu (doğu) ve ereb (batı) sözlerinden türemiştir. Sonraları Ege Denizi’nin iki tarafını ayırmak için kullanılmıştır. Roma imparatorluğu döneminde Roma şehri, dünyanın merkezi kabul edilmiş, doğu tarafı için oriens, Batı tarafı için occiden tabiri kullanılmıştır. Roma imparatorluğu devrinde Doğu, Batıya kıyasla ‘‘medeni ülke’’ manasında kullanılmaktaydı

Diğer taraftan klasik coğrafi bir ayrımının ötesinde, Avrupa ve Asya’nın gerçek anlamda ne oldukları konusunu ve birbirlerinden ayrışma nedenlerini üretilen kurgulara ve birbirleri üzerinde kurulan egemenlik söylemlerine bağlamak mümkündür. Avrupa olgusu, Avrupa’nın  kendisi tarafından yaratılmıştır. Yani Avrupa egemenliğinin kaynağı olarak kendini ön plana atması gerekiyordu öylede yaptı kendini diğer milletlerde kültürlerde ve özelliklede doğudan soyutlayarak gerçekleştirdi bu ideolojisini. Fakat bu olgunun esas temelleri klasik antikitenin aracılığı olmaksızın yükselemezdi. Avrupa gücünü doğu fikrini antik yunandan aldığı unutulmamalıdır. En başından Avrupa düşüncesinin bir efsaneyle başladığını belirten Hentch, ütopik bir doğu/batı ayrımına dikkat çeker. Bu ayrışmada Helen uygarlığı zamanla belirleyici rol oynayarak Avrupa’nın düşünsel geleneğinin oluşmasına yardım etmiştir. Antik yunanda yunan polisinin vatandaşı olmayan yunanlı sayılmazdı. Ayrıca yunanca konuşmayanlara barbar yakıştırması yapılırdı. Bu görüş ilerleyen zamanlarda Roma imparatorluğunda kendini yeniledi ve Hıristiyan olmayanlar Romalı sayılmadı ve barbar olarak itham edildiler. Böylece Asya’ya  karşı hem kimliğinin eksiliğini, hem de modernliğinin evrensel karakterini bir temele oturtma olanağı sağlamıştır. Böyle yapay bir kendine mal etme düşüncesi, Doğu ile Batı’nın hem coğrafi hemde kültürel olarak ayrılmalarında bir başlangıca işaret etmektedir.Yani insanlar daha başlarda kendilerini bir ayrışmaya ittiler kendilerini barbar-uygar çağdaş çağdışı doğu ve batı  gibi.


* (Yıldız, 2004: 8)
* (Atasever, 20009: 6)
* (Yücel Bulut,2004,Oryantalizmin Kısa Tarihi.)
* (http://www.uludagsozluk.com/k/do%C4%9Fu-ve-bat%C4%B1/)

4 Nisan 2015 Cumartesi

DEĞER VERMEDİĞİMİZ DEĞERLERİMİZ!!!


DEĞER VERMEDİĞİMİZ DEĞERLERİMİZ!!!

                MEVLANA Mesnevisinde, “Değer Nedir?” diye sorar ve cevaplar;
              Buğday ve un değerlidir. Asıl amaç ve ürün olan ekmek, daha değerlidir.
              En değerli nedir? Tohumun ekmeğe dönüşmesine şükreden insan daha değerlidir. Çünkü bu insan sadece bedenini değil, canını da beslemiştir.

Mevlana’nın verdiği bu örnek bile değerlerimizi o kadar güzel anlatmış ki, bunu düstur edinsek, toplum olarak birçok gencin ahlak eğitimini en doğru şekilde veririz.

            Günümüz gençlerinin yaşamlarına baktığımızda, en önemli değerlerimizden olan; sevgi, saygı, yardımlaşma, dürüstlük, merhamet, hoşgörü, adalet ve dostluk değerlerine dikkat edilmediğini hatta bazılarından hiç haberdar olmadıklarını bile görebiliyoruz. Buna sokakta, mahallemizde, okulda, girdiğimiz toplumlarda kısaca gençlerin olduğu her yerde rastlamak mümkün. Peki bunun en büyük sebebi ne? Aslında birçok nedeni var ama ben en çok ailenin etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü aile, çocuğun eğitiminde en önemli etkendir. Çocuk öncelikli öğrenmesi gereken ahlaki değerlerini ailesinden öğrenir. Ama günümüzde aileler sadece çocuğu meslek merkezli yetiştirmektedir. Çalışan aileler, çocuğun en önemli zamanlarında yanında olmayıp onların eğitimini kreşe ya da diğer kurumlara bırakmaktadır. Çalışmayan aileler de tabi bu eğitimi yeteri kadar vermemektedir. Sadece bu yaşlar değil tabi ki, çocuk her yaşta ahlak eğitimi ile donatılmaktadır. Bu konuda okullara da büyük görev düşmektedir, ama ben ailelerin etkisi üzerinde durmak istedim.

            Haberlerde, sosyal medyada ya da gazetelerde sıkça; suç işleyen çocuklar görmekteyiz. Hayırsız evlat annesini dövdü; Hayırsız evlat, babasını yaralayarak evini soydu; Genç kız uyuşturucu krizine girdi; Öğretmene sınıfta bıçaklı saldırı; Münevver Karabulut ve Özge Can cinayeti; bunlar sadece haberlerden birkaç tanesi. Bunlar gibi basına yansıyan ya da yansımayan daha yüzlerce haber var. Bu genç suçlulara baktığımızda çocuğun anne-babasının ayrı olduğu, yurtta büyüdüğü ya da aile ilgisizliği, suçun altında yatan sebeplerdendir. Buda ailenin önemini bir kere daha vurgulamaktadır.

Konunun birde eğitim sistemimiz ile olan bağlantısına bakalım. Gelişen eğitim sistemi(tabi gelişmişliği tartışılır) öğrencileri tamamı ile matematik ve Türkçe gibi derslere endekslemektedir. Aileler de çocuklarının ilerde iyi yerlere gelmelerini, iyi okullarda okumalarını istedikleri için, çocuklarını sadece okul dersleri ile eğitmektedir. Bunun sonucunda çocuğun ahlaki değer eğitimi ikinci planda kalmaktadır. Aslında araştırmalar; düşünceli, saygılı, güvenilir, adil, sorumlu, kısacası iyi insanların yaşamda daha başarılı olduğunu göstermiştir. Bu nedenle okul dersleri kadar, çocuğa verilen ahlak eğitimi de çok önemlidir. Çocuk bu değerleri ailesinin yanında öğrenmesi gerekirken, dersten vakit bulamayıp ahlak eğitiminden mahrum kalmaktadır. Bana göre okul derslerinden önce çocuğun ahlak eğitimi alması gerekir. Mevlana’nın da dediği gibi çocuğun sadece bedenini değil, canını ve kalbini de beslemek gerekir. Canı ve kalbi bu değerler ile beslenen, bu değerler ile yetiştirilen gençliğin suç oranlarını azaltacağını düşünüyorum…

Biz ki, son derece temiz, adaletli ve kararlı bir gençlik geçirmiş Hz. Peygamber(sav) Efendimizin ümmetiyiz. Ve önümüzde, iffet ve namus timsali Hz. Yusuf(as), ahlak timsali Hz. Osman(as), ailesine olan hürmeti ile Hz. İbrahim(as) ve Hz. İsmail(as) ve onlar gibi nice peygamberler varken; kendimize çocuklarımıza ve gençlerimize en iyi örnekleri verebiliyorken, gençlerin içinde bulunduğu vaziyet çok acı. Ve daha da acısı, bütün bunların yanında, yine de her şeyi yok gibi görüp, çocuklarını bir yarış atı gibi sadece okul dersi ile besleyip, ahlak değerlerini yok sayan aileler…

DEĞER VERMEDİĞİMİZ DEĞERLERİMİZ!!!