30 Mayıs 2015 Cumartesi

FATİH'İN DİKKATLERDEN KAÇAN OTRANTO SEFERİ

Dün İstanbul’un fethinin 562. yıldönümüydü. İstanbul deyince de akıllara Fatih Sultan Mehmet  gelir. Bu yazıda doğrudan İstanbul’un fethinden bahsetmeyeceğim. İstanbul’u fetheden II. Mehmet’in ( Fatih) Otranto Seferinden bahsedeceğim. Otranto seferi dönem tarihçileri tarafından çok az bahsedilmekte ve dikkatlerden kaçmaktadır. Oysaki  Otranto seferi, Fatih Sultan Mehmet için ve o dönem için mühim bir seferdir.
Otranto Seferi, II. Mehmet’in Arnavutluk’u fethetme amacının bir sonucu olarak gerçekleşti. II. Mehmet’in emriyle Arnavutluk’a gönderilen akıncılar, Arnavutluk sınırlarını aştı ve İtalya sınırlarına kadar dayandı. Bunun üzerine Venedik Osmanlıyla antlaşma yapmak zorunda kaldı. O sırada Venedik, İspanya Kralıyla da Savaş halindeydi. İtalya içinde bulunan Napoli Krallığı, İspanya Kral’ına destek veriyordu. Bunun üzerine Venedik Krallığı II. Mehmet’e, Bizans Fatih’i olduğu için, Napoli Krallığına bağlı olan, Bizans’tan göç edenlerin kurduğu Puy, Elçi gibi şehirler üzerinde hak sahibi olduğu söyler. Bu sırada Napoli Krallığı, Osmanlılar tarafından kuşatma altında olan Rodos şövalyelerine destek verir. Bunlardan ötürü II. Mehmet Donanmasını Puy kıyılarına çıkartır. Karaya çıkma yeri Brindisi olarak belirlensede, kıyı savunması mümkün olmadığı için 1480 yılında Otranto Liman’ına demir atılır. II. Mehmet Otranto’yu sefer için üst olarak kullanma düşüncesindedir. Bu seferden sonra İtalyan halkı çok tedirgin olur. Dönemin Papa’sı Fransa’ya kaçmayı düşünür. Daha sonraları Fatihin bir yıl sonra ölümüyle, Fatih’ten sonra da siyasi çekişmeler yüzünden Otranto’daki Osmanlı hakimiyeti son bulur.
Otranto Seferinin Önemi, Fatih Sultan Mehmet’in Hristiyan dünyasını ele geçirme isteğinden gelmektedir. Fatih Sultan Mehmet’in seferleri çoğunlukla batı yönünde oldu. Bir çok Avrupa İmparatorluğu ve Prenslik Fatih tarafından fethedildi. İstanbul’un Fethiyle, Bizans’a son veren Fatih, aynı zamanda bu seferle Ortadokslarında merkezini ele geçirdi ve onları himayesi altına aldı. Hristiyan Dünyasını ele geçirmek isteyen Fatih’in İstanbul’dan sonraki hedefi Roma idi. Çünkü Roma Katoliklerin merkezi ve Kafirin kalbiydi. Bunun için de Otranto seferini yaptı. Onu Roma’ya karşı üst olarak kullanacaktı. İstanbul'u fetih edip, Ortodoksları ele geçirdiği gibi Katolikleride kendine bağlayacaktı. Fakat ömrü yetmedi. Fatih’in ölümü üzerine farklı teoriler olduğu biliniyor. Roma düşüncesi yüzünden zerhirlenip zehirlenmediği pekalada tartışılabilir.

Otranto Seferi günümüzde de hala yankısını bulmaktadır. Şuan ki mevcut Papa I. Franciscus geçen sene, yani Otranto Seferinden 532 yıl sonra, Otranto kentindeki bir kilisede, Otranto Seferi sırasında ölen Hristiyanları Aziz ilan etti. Bu bize Otranto Seferinin önemini açıkça göstermektedir. Seferden 532 yıl geçmesine rağmen Vatikan’ın hafızasından silinmemiştir. Bu bize Fatih’in Roma hayali olduğunu da doğrulamaktadır. Hatta hayal Ötesine geçip gerçek nihai hedef olduğunu da göstermektedir.



17 Mayıs 2015 Pazar

ARAP KIŞI...

Arap baharı; Arap ülkelerinde çıkan özgürlük ve demokrasi isteğinin protestolara dönüşmüş halinin adıdır. Yıllardır diktatörlükle yönetilen halk, bu durumdan bezip özgürlük arayışı içerisine girdi. Arap baharı sadece özgürlük arayışı için ortaya çıkmadı. Halkın ciddi anlamda fakirleşmesi, işsizlik gibi sorunlarda Arap Baharını tetikledi. Olaylar Tunus’ta başlayıp  zincirleme şeklinde Mısır, Cezayir, Fas gibi birçok Arap ülkelerine yayıldı. Geniş ve kanlı protestolar yapıldı. Libya’da diktatör Kaddafi, öldürülerek koltuğundan edildi. Mısır’daki diktatör Mübarek ise hapse atılarak koltuğundan indi. Mübarek yerine seçimle Müslüman kardeşler Parti’sinden Mursi başa geçti. Mursi halkın %52’lik bir oyunu aldı. Bu Mısır halkının yarısından fazlasının Mursi’yi desteklemesi anlamına gelmekteydi. Fakat, Mursi başa geçtikten sonra olaylar başladı. Mursi’yi istemeyen taraflar ve Mursi’nin tarafları arasında çatışmalar başladı. Bunun üzerine, Mısır ordusu darbe yapıp Mursi’yi hapse mahkum etti. Yönetimin başına, Mısır Genelkurmay Başkanı Sisi geçti. Arap baharıyla diktatörlükten kurtulan halk, darbe ile birlikte tekrar diktatörlüğe geçti. Daha sonrada Mursi idam cezasına çarptırıldı.
Arap baharı başlangıcında, protestoculara destek veren batı, darbe yapıldığında, bu duruma karşı çıkmadı. Mısır’daki protestolar esnasında haklın yanında olan ordu, halkın özgürlüğü için savaşan ordu, nasıl olurda halkın çoğunluğunun seçtiği bir lidere darbe yapabilirdi? Düşünceme göre, bunların hepsi bir hesaplama sonucu ortaya çıkar. İşsizlik ve fakirlikten bezen Mısır halkı, mevcut yönetimi indirmek için bir kıvılcım arıyordu. Bu kıvılcımı da batılı ülkeler destek vererek attı. Batılı ülkeler Mısır ordusuyla temasa geçerek Arap Baharında halkın yanında olmasını istedi. Eğer ordu halkın yanında yer almasaydı mutlak bir zafer gerçekleşemeyecekti. Daha sonrada yeni gelen iktidar, Batının düşüncelerine ters düşecek bir iktidar olduğu için, darbe yaptırdı. Peki Arap baharını yaşan diğer ülkelerde düzen sağlanmışken, Mısır’da neden düzen sağlanamadı? Bunun en büyük nedenlerinden birisi İsrail’dir. Tarihsel sürece baktığımızda İsrail ve Mısır hep savaş halinde olduğunu görürüz. Arap Baharından sonra başa geçen hareket de Filistin’e destek olacağı da açıktır. İsrail’in Ortadoğu’daki emellerini gerçekleştirmek için Ortadoğu’nun karışık olması faydasına da olacaktır. Bu gibi sebeplerden ötürü Mısır karışıktır ve bu darbeye maruz kalmıştır. Ayrıca Batılı güçler, Mısır’da İslami bir rejim değil, laik bir rejim istemektedirler. Örneğin; bu emellerine Tunus’ta ulaştılar. Tunus’ta diktatörlük bittikten sonra yönetime seçimle laikçiler geldi.

Sonuç olarak, Arap Baharı döndü Arap Kışına. Arap Baharı, Mısır’ın faydasına değil zararına sebep oldu. Peki Şimdi ne yapılması gerekir? Yapılması gereken olay, yeniden devrim yapmaktır. Sisi’nin asmak istediği Mursi’ye destek vermektir. Bu devrim Arap Baharında yapılan devrimden daha kanlı olacaktır. Çünkü orduya karşı yapılacak olan bir devrimdir. 



GURBET ÖZLETİR İNSANI...


Gurbette Özletir İnsanı
Büyümek de   budur…  Öğrenirsin, büyüdükçe daha fazla…  Yaşamayı… Nerde olursa.
Gurbette yaşamak, gurbette okumak ne zahmetliymiş meğer. Gurbet el derler ya hani,  gurbet elde nefes almak ne kadar  pahalıymış…  Öğreniyorsunuz işte. En çok da sabretmeyi.  Dayanmayı. Ama bir şeyi öğrenemiyor, alışamıyor bir türlü biz insanlar. Özlemek. Özleme dayanamayacak kadar küçüğüz. Ne  çok özlemimiz var.  Kaç özlem sığdırıyoruz tek bir yüreğe. Anne, baba, kardeş, abla, ağabey, eş, çocuk , sevgili, dost ve memleket… Havası, suyu, kokusu, yemeği, adeti, töresi… Türküsü,  ozanıyla… Yaşarken, içindeyken hiç farkında olmadığımız, görmediğimiz, önemsemediğimiz pek çok değerin burnumuza tüttüğü  yerdir  gurbet.
Ayrılırız ve gideriz. Ayrılmadan önce görmediğimiz, görmezlikten geldiğimiz pek çok şeyi, evimizi, odamızı, mutfağımızı, mahallemizi, sokak başındaki bakkalı, enfes kokusunu ta öteki sokaktan duyabildiğimiz ekmeklerin  yurdu fırını, en ufak bir yağmurda  dere olmayı  başarabilen kapı önünden akan su birikintilerini bile hatta… Kocaman beton  sitelerin arasına sıkıştırılmış maket gibi duran sadece birkaç  saksı çiçeği sığdırabildiğimiz minik bahçenizi- ki bir çoğumuz bu kadarına bile sahip değiliz- özleyeceğiniz hiç aklınıza gelir miydi? Biz insanlar, biz nankörler, evet bizler, her gün şikayet  ederiz. Yaşantımızdan, ailemizden, işimizden, uykumuzdan, dersten, sınavlardan, uykumuzdan ve uykusuzluktan, önümüze gelen yemeğimizden bile.  Nasıl  bir zihniyettir ki  bizdeki  onca güzellik, onca nimet  hizmetimizdeyken,  bir gün deli gibi hasretlik çekeceğimiz  bütün her şeyin , bütün yaratılan mahlukatın  değerini bilmez ve elimizden alınınca özleriz. İtiraf etmeliyiz ki mutsuzluğumuzun, bunca   hüznümüzün nedeni, özlediğimizi, özlediklerimizi itiraf edemeyişimizdir. Biz hani nankörüz ya, çok da korkağız. En çok da söylemekten, anlatmaktan, haykırmaktan, itiraf etmekten korkuyoruz. Sevdiğimizi, kıskandığımızı, sevmediğimizi, sıkıldığımızı, özlediğimizi hatta korktuğumuzu dahi söyleyemiyoruz.  Fakat büyüklerimiz biraz daha cesurlar bu konuda. Onların sevgileri de özlemleri de korkuları da yaşları gibi büyükçe.  Özledikleri bizden çok fazla. Hep duyarız ninelerden dedelerden… Ah eskiden olsa ile başlayan cümleler. Eskiden biz diye başlar ve bitmez anılar bir türlü. Eski şarkılar, eski bayramlar, eski ramazanlar, eski dostluklar, eski şekerler bile hatta nasıl tüter burunlarda kim bilir… Eski evlerde gaz lambasının altında dinlenen eski şarkılar… Ne anılar biriktirir soba başına toplanıp masal dinleyen çocuklar. Biz yeni nesil sobalı evlerde pişen kestaneleri bile özlemiyoruz ki…

Almanya’da yaşayan bir Türkçe öğretmenine sormuştum, ‘’Gurbet nedir hocam, nasıl bir şeydir şu gurbet dedikleri şey?’’ Uzun uzun düşündü.  Epey zamandır gurbete sığınmış olduğu halde anlatamayacak diye düşündüm. Sonra bana baktı,  ve şöyle dedi : Dilimi konuşan, derdimi anlayan, sevdamı paylaşan, hiçbir kimsenin olmadığı, bedenimin yanımda, gönlümün memlekette olduğu yerdir gurbet. Gözlerimle anlaşabildiğim insanların olmadığı, yalnızlığın içimde kök saldığı, karnımın tok, ruhumun boş olduğu, kulağıma tanıdığım musikilerin gelmediği, her sabah ah diye özlemle uyandığım yerdir gurbet.  Sokağından simitçinin geçmediği, ramazan davulcusunun sustuğu, bayramlarda şiir okuyamayan çocukların olduğu yerdir gurbet.  Sevmediğin ne kadar yemek varsa hasretlik çektiğin yerdir gurbet. Dilini unutmamak için evde kendi kendine konuştuğun yerdir mesela.  Haklıydı öğretmen… Öyle ya siz gurbete gider ‘’Selamın aleyküm’’ dersiniz, gurbet ‘’ Aleyküm selam’’ demez sesinize, mahcup olup, dönüp kendi yüreğinize ‘’duymadı herhalde’’ dersiniz. Gurbet duymaz, gurbet görmez, bilmez, anlamaz ki. Velhasıl  din, dil, kültür ve vatandan ayrıysanız, işte bu ziyadesiyle gurbettir. Ve gurbet özletiri. Gene yolculuk var kendi diyarıma, hayat bu işte bitmez ki yolculuk, ömrün yetmediği sürece..

YAZAN: REYHAN CANITEZ

14 Mayıs 2015 Perşembe

BAŞKANLIK SİSTEMİ

T.B.M.M. Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Burhan Kuzu, başkanlık sistemini anlatmak üzere Çankırı’ya geldi. Bende başkanlık sistemini en yetkili ağızdan dinlemek üzere konuşmaya idrak ettim. Aslında Burhan Kuzu’nun konuşmasını dinleyene kadar bu sistemle ilgili pek bilgiye sahip değildim. Buna binaen, Sayın Erdoğan’ı eleştiriyor, çıkıp halka bu sistemi düzgün bir şekilde anlatmasını istiyordum. Tabi ki insan ister istemez, çevresinden duyduğu şeylerden etkileniyor.

Şimdi bu sistemi istemeyenlerin kendilerine göre birçok gerekçeleri mevcut. Bunları başlıklar halinde sıralarsak, şu iki soru herkesin kulağına geliyordur;

-Erdoğan başkanlık sistemi ile tek adam olup diktatörlük getirmek mi istiyor?

-Başkanlık sistemi getirilerek ülke eyaletlere mi ayrılacak? Kürtlere özerklik mi verilecek?

Eminim, bu iki soru herkese tanıdık gelen ve bu sistem ortaya atıldığından beri konuşulan ve tartışılan bir konu. Aslında az çok siyaseti takip edenler bu iki sorunun çıkabileceği kaynakları da çok iyi bilirler. Evet söylediğiniz gibi, ilk soru CHP’nin, ikinci soru ise MHP’nin ana soruları ya da endişeleri.

Bu soruların cevaplarını katıldığım konferans da buldum. Özetle şunları söyledi Sayın Burhan Kuzu:

-Getirmeye çalıştığımız başkanlık sistemi, ABD modeline yakın bir modeldir. Bu model de bırakın diktatör olmayı, meclisten bir maddeyi geçirmek için 2 yıl uğraşan Obama gördük. Başkanlık sistemi Erdoğan’ın yetkilerini arttırmaz, aksine azaltır. Bunun yanında bu sistem parlamenter sistemden daha demokratik bir sistemdir. Bu sistemde Milletvekilleri bire bir halk tarafından belirlenir ve vekil direk halka karşı sorumlu olur. Bir diğer konu ise, bu sistemle özerklik ya da eyalet getirilmeyecek. Zaten Başkanlık sisteminin şartı, eyalet değildir. Ülkeyi eyaletlere ayırmak parlamenter sistemle de mümkündür ve bu şekilde yapan ülkeler vardır. AKP adına böyle bir düşüncemiz yoktur.

Yani Kuzu diyor ki, MHP’liler rahat olsun bizim böyle bir düşüncemiz yok. CHP’liler de rahat olsun diktatörlük (tek parti dönemi) sizin işiniz. İşin en dikkat çekici yönü ise, Sayın Bahçeli’nin bu sistemi benimsemiyoruz demesine rağmen, Alparslan Türkeş’in başkanlık sistemi hakkında ki görüşleri. Ne diyor Türkeş kulak verelim:

-Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti, dünya imparatorlukları kurduğu dönemlerde bunu uyguladı. Bu icra gücünün tek elde toplanması ile mümkün. Tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz.

Alparslan Türkeş 1979 yılında bu gerçeği görmüşken bugün sırf Erdoğan’a karşı olmak için bu sistemi reddetmek Bahçeli’yi komik duruma düşürüyor. Kabul etmeme nedeni ise, bugün Erdoğan’ın otorite olmak istemesi ve bu yüzden ortamın uygun olmamasıdır, diyor. Aslında şöyle bir 90 küsür senelik tarihimize baktığımız da ortam hiç bu kadar uygun olmamıştı desek yeridir. 2002 yılına kadar her 1.5 sene de bir hükümet değiştiğini düşünürsek, belki de ilk defa bir hükümet başını kaldırıp bu işlere kafa yorabildi.


Başkanlık sistemi gelir ya da gelmez onu önümüzdeki yıllarda hep beraber göreceğiz. Ancak bu ülkenin ilerlemesi, demokratikleşmesi, askeri cuntaya boyun eğmemesi ve medya patronlarına muhtaç olmaması için bu sistem şarttır. Ne zaman ya da kim getirirse benim oyum evettir ve getirene de Allah razı olsun derim.
Vesselam...

3 Mayıs 2015 Pazar

ÖZGÜRLÜĞÜ HAYAL ETMEK

Kafayı  Bulan  Musluk Özgür mü?
Herhangi bir derste herhangi bir hocanın ağzından çıktı üç kelime. Kafayı bulan musluk. Çok sevdim yahu. Ne yalan söyleyeyim çok samimi geldi. Ve tek başına kalmasına gönlüm razı gelmedi. Tek başına kafa bulunur mu arkadaş? İçmeye de dertleşmeye de kafa bulmaya da bir ortak lazım değil mi diye düşündüm ve altını doldurmak istediğim bir başlık yapıverdim.
 Hangi kafayla hayal kurduysam artık… sahiden hayal kurarken de sağlam bir kafaya mı ihtiyacımız var? Hayaller de mantık aranmalı mıdır? Düşünsenize, hayal kuran birine azıcık mantıklı hayal kur denir mi? Denirse bu bizi ne kadar mantıklı yapar, tartışılır. Bence insan hayal kurarken de yaşarken olduğu kadar özgür bırakılmalıdır. Küçük bir kuş kadar en az. Kuşların özgürlüğü avcısı izin verdiği kadardır. Onlar ne zaman sonlandırırsa kuşlar o zaman özgürlükten vazgeçerler.  Bu  güzel dünyadaki özgürlükten… belki de sonsuz olan özgürlüğe doğru kanat çırparlar..
Peki ya insanlar… bizler… bizim özgürlüğümüz ne zaman başlar, kim başlatır ve süresi dolduğunda kim bitirir? İnancımız gereği yüce Yaradanın verdiğine inandığımız özgürlüğümüzü nasıl ve nerede kullanacağımıza ise yine onun yarattıkları kadar veriyor çoğu zaman. Hani Yaradanın yarattıklarının özgürlüğüne yine yarattıkları son veriyor dedik ya  az önce tabakta sakin sakin dinlenen canım biberleri kızgın yağa bırakıverdim… bir çeşit bencillik bu da… karnımı doyurmak için biberlerin kızarıp yanmasına sebep ve şahit olmak…  ama yalnız olmadığımı biliyorum.  Kuşkusuz, çoğu cinsim yani biz beşerler kendi açlığımız, kendi tokluğumuz, kendi susamışlığımız ve kendi hayatımız, zevklerimiz için bir çok insanın özgürlüğünü kısıtladık  hem de ilk var olduğumuz andan itibaren…  atalarımızı her şeyde örnek aldığımız gibi bu konuda da çok iyi örneklemişiz.
Ne çok Habil ile Kabil hikayesi dinledik bu yaşa kadar…  Kabil kıskançlık yüzünden kendi kardeşi olan Habil’i öldürmüştür. Ve dünyadaki ilk cinayet gerçekleşmiştir.   Kıskançlık uğruna, sen değil ben kavgası için yapılan ilk kıyım.  İlk mahkumiyet ölüme… ilk kısıtlama yaşamdan… nefesin zincirlere vurulduğu ilk hadise… ve ilk defa insanın özgürlüğü yok edildi…  ve son da olmadı… olmayacaktı… Sahi biz insanlar, biz mahluklar ne istiyoruz birbirimizden? Bu düşmanlık, bu kin, bu nefret de neyin nesi ? Kuşlar bile aynı gökyüzünde dip dibe kanat çırparken birbirlerine çarpmadan özgürce uçarken  küçücük dünyada nefes alırken  çoğalırken biz insanlar neden birbirimizi boğazlama derdindeyiz? Üstelik kuşlardan daha çok yerimiz varken, neyi paylaşamıyoruz?
İnsanlar birbirlerini sadece ölüme mahkum etmiyor artık. Gün geçtikçe mahkumiyetlerde, cezalar da, ölümler de çeşitleniyor, katlanıyor ve bir o kadar da acı veriyor. Canımızla kalsa iyi ölür gideriz ama kalmıyor.. tarih boyunca insanlar dinlerinde, dillerinde en çok da ırklarındaki farklılıklar nedeniyle cezalandırılmışlar ve acı dolu hayatlar yaşamışlardır. Bütün bu zulümleri yapan yine bizlerden birileri insanlar olmuştur.Çok uzak zamanlara gitmeye gerek yok aslında. Daha 16-17 sene önce kızlarımızın ablalarımızın ufacık bir bez parçası için yaşadıklarını unutmak mümkün mü? Ah ne yıllardı o yıllar.. şubatın en soğuk olduğu tarih… acınası halimiz.. sokaklarda sürüklenen kadınlar.. okulu bırakanlar mı dersiniz, henüz okul bitmeden evlenenler mi.. çok ayrıntıya girmeye gerek duymayalım ki biliyoruz hepimiz. Ne çok hayalleri vardı kim bilir? Bizler gibi..
Yepyeni bir dünya istiyoruz. Özgür, barışçıl, savaşsız ve sevgiyle dolu bir dünya.. hayal kurabilen insanlarımız olsun.. katiller değil öğretmenlerin yetiştirilebileceği… Cinayetler için değil sevmek için kafa yoran gençlerimiz olsun. Olay çözmek için kafa bulmasın kimse. Ve musluklar da

YAZAN: REYHAN CANITEZ

DEĞİŞİMİN ZORUNLUĞU ÜZERİNE

Değişim, bir zorunluluktur. Kendi irademizde olmayan kendi kendisine gerçekleşen bir süreçtir. İnsan da bu sürece katkı verir veya vermez. Fakat değişim gerçekleşir.

Değişim bir zorunluluktur demiştim. Şimdi bu savımı insan tabiatı ile temellendirmeye çalışacağım. İnsan doğar, büyür ve ölür. Bu evreler gerçekleşirken farklı bazı aşamalarda gerçekleşir. İnsan ilk önce bebek olarak dünyaya gelir. Daha sonra gelişir çocuk olur. Sonra genç, olgun ve yaşlı olur. Burada insan tabiatında değişim olduğu hemen fark edilebilir. Bu bedensel bir değişimdir. İnsan tabiatında bir de zihinsel değişim vardır. İnsanın 1 yaşındaki zihniyetiyle 70 yaşındaki zihniyeti aynı değildir. Bazen deriz keşke hep çocuk kalsaydık diye. Yada ey gidi gençliğim; şimdi gençliğimde olacaktım da neler yapardım neler? Deriz. Ama ne çocukluğumuza ne de gençliğimize dönme imkanımız yoktur. Bunun sebebi değişimin zorunlu hal olmasından kaynaklanmaktadır. Değişimin zorunluğunu insan tabiatı açısından temellendirdikten sonra şimdi de doğa açısından temellendirmeye çalışacağım. Bir bitki ilk önce tohum daha sonra fidan ve ağaç olur. Burada da insan tabiatında olduğu gibi bir değişim söz konusudur. Herakleitos “ Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” demiştir. Herakleitos’un bu sözü değişimin zorunluluğu üzerine paralel bir sözdür. Evet. Aynı nehirde yıkanamazsın. Çünkü şimdi yıkandığın nehir daha sonra yıkanacağın nehirle aynı olamaz. Doğa kendini sürekli yeniler ve değiştirir. O nehir çeşitli toprakları aşındırmış olabilir, farklı organizmalarla etkileşim haline girmiş olabilir, su miktarı artmış olabilir. Bu gibi sebeplerden ötürü aynı nehirde iki defa yıkanamazsın.

Dünyaya tarihsel süreç içinde baktığımızda değişimin zorunluluğunu çok net bir şekilde görürüz. İnsan alemi ilk önce avcı toplayıcı iken, yerleşik hayata geçmiş, bu yerleşik düzende tarım yapmayı öğrenmiştir. Tarımdan sonra da sanayileşmiştir. İnsan alemi bu süreçleri yaşarken doğada bu süreçlerden etkilendi ve değişime uğradı. İnsan tarım yaptı toprak etkinleşti. İnsan sanayileşti ve sanayileşme doğayı olumsuz yönde etkiledi ve iklim değişikliğine sebebiyet verdi.

Tarihsel süreçte idari yapılanmaya baktığımızda da değişimi çok net görürüz. İnsanlık ilk önceleri ataerkil bir yapıyla yönetiliyorken daha sonra feodal bir yapı ile yönetilmeye başlandı. Günümüzde de anayasaya bağlı insan hak ve hürriyetlerine dayanan bir yönetim biçimiyle.

Değişim zorunludur. Kendiliğindendir. Fakat müdahale de edilebilirdir. Siz değişimin gerçekleşeceğini bilirsiniz. Ve ona katkıda bulunabilirsiniz. Eğer siz değişmemekte direnirseniz, Kendi tabiatınızda ve yaşamış olduğunuz doğanın kendisinde zorunlu olarak bulunan bir şeye karşı çıkmış olursunuz. Bu durumda sizi bunalıma götürür. Aynı şekilde kendinize yabancılaşmış olursunuz.

Günümüzde gelişmiş toplumlar; batı toplumları ve onun düşüncesi içerisinde kimlikleşen  toplumlardır. Bunun en büyük sebebi bu toplumların değişim evrelerine bizzat katılmış olmalarıdır. Batı düşüncesine baktığımızda sürekli değişen ve gelişen kavramlar görürüz. Batı dünyası ilk önceleri Antik-Yunan düşüncesi içerisinde bir düşünce yapısı içerisinde olurken, daha sonraları Hristiyan düşünce yapısı içerisinde oldular. Bununla yetinmeyip Rönesans düşüncesini getirdiler. Daha sonraları da Aydınlanma, modernizm ve son olarak da Postmodernizm düşünce yapısını getirdiler. Yani değişimi kendi haline bırakmayıp ona katılım gösterdiler. Değişim üretkenlik ister. Batı dünyası da bu üretkenlik içinde oldukları için bu gün gelişmiş durumdalar.
Değişimin, sosyolojik, tarihi , natüralist, ontolojik ve felsefi boyutu olduğu kadar teolojik ve Metafiziksel boyutu da vardır.

Değişmeyen tek şey vardır. O da “Allah” dır. İnsan değişir çünkü kalıcı ve Tanrısal bir yapısı yoktur. Değişimin olmaması için kalıcılığın olması gerekir. Kalıcılıkda sadece Allah’ta mevcuttur. Değişimi yaşamamak için doğaüstü bir niteliğe sahip olunması gerekmektedir. Yine bu da Allah’ta mevcuttur.

Sonuç olarak değişim, zorunluluğu olan; toplumsal, tarihsel ve felsefi bir kavramdır. Değişime ne kadar katkı sağlanırsa o kadar da kazanç edilmiş olunur. Değişimde üretkenlik esastır. Değişimi bir otobüs olarak düşünürsek, bizde bu otobüsün yolcularıyız. Bu otobüse binmemekte direnirsek yağmurdan korunacak bir durak bile bulamayız. Eğer bindiğimiz bu otobüsün gideceği yeri biz belirlemezsek rotamız şaşar ve bindiğimiz bu otobüs hiç işimize yaramaz. Dünya değişimden türemiştir. Değişimin sonu da kıyamet olacaktır.





SEÇİM VAATLERİ

MHP’nin seçim beyannamesini açıklamasının ardından herkes safının vaatlerini bildirmiş oldu. Bu süreçte dikkat çeken gelişmelerin başında, Selahattin Demirtaş’ın barajı aşamazlarsa sergileyecekleri tutumu açıklaması, Kemal Kılıçdaroğlu’nun imam hatipleri kapatma vaadi, yine Demirtaş’ın Diyaneti kaldırma vaadi ve AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dillerinden düşürmedikleri Başkanlık Sistemi.
Vaatleri incelediğimizde göze çarpan en büyük aksaklık, partilerin çoğunun bu ülke de yaşayan insanların büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu unutmaları. Tüm kesimlerin vaatleri kendilerine göre doğru görünse de Müslümanlara hitap eden, İslam’ı sosyal hayata uygulamayı söyleyen, İslam’ı hapsedilen evlerin içerisinden çıkarmayı kendine dert edinen bir parti bu seçimlerde de çıkmadı Elhamdülillah.
Tabi bir de Demirtaş diye bir gerçek var. 1 Mayıs işçi bayramı nedeni ile yaptığı açıklama da, Taksim Meydanı’nı Kabe’ye benzeten, bu da yetmezmiş gibi barajı geçememeleri halinde sivil direniş başlatıp, hükümeti erken seçime zorlarız diye açıklama yapmak hangi demokrasinin sınırlarında gezinmektir? Demirtaş’ın bahsettiği demokrasi, barajı geçerlerse tecelli etmiş olacak, geçemezlerse halkın iradesi hiçe mi sayılacak? Bu açıkça millete yapılmış bir tehdit değil midir? Seçim barajını yüzde 5’lere indirmek sadece kendileri barajı aşamadığında mı akıllarına gelecek? PKK ile birlikte hareket etmediğini söylemek, doğru bir strateji olsa da Van’da billboardlarda kan akan musluk fotoğraflarını sergilemek aksini göstermektedir. Barajı geçemediğinde halkı sokağa dökeriz, sivil isyan başlatırız demekle bu musluk fotoğraflarının arasındaki fark nedir? Ayrıca Türkiye partisi olduğunu iddia ederken, katıldığı TV programında 15 dakika boyunca bölücü terör örgütü liderini övmek hangi mantıkla örtüşüyor? Demirtaş bu söylemleri ile hala bazı şeyleri değiştiremediklerini açıkça gözler önüne sermiştir.
Tabi bir de Devlet Bahçeli diye bir gerçek var. 2002’den beri katıldığı hiçbir seçimde ana muhalefet dahi olamayan, her ne hikmetse her seferinde partisinin genel başkanı seçilen Bahçeli, acaba ne zaman çuvaldızı kendine iğneyi başkalarına batıracak? 13 senedir Erdoğan’ın tek adam olduğunu TV’ler de lanse edip partisinin içerisinde kurduğu ve artık bir kısım parti sevdalılarının bile rahatsız olduğu tek adamlıktan ne zaman vazgeçecek? Bugün, seküler milliyetçilik anlayışı ile iktidar olunamayacağını tüm Türkiye anlarken, Bahçeli’nin bu konu da ısrar etmesi ve çizgisini değiştirmemesi MHP adına bir ışık olmadığını açıkça göstermektedir.
Seçim yaklaşırken Davutoğlu ve ekibinin yaptığı en büyük yanlışlardan biri, her yerde dile getirdikleri başkanlık sistemini bu ülke insanlarına anlatamamış olmalarıdır. Ayrıca Müslümanların hassasiyetlerini göz önünde bulundurmaları ve AB sevdasından vazgeçmelidirler. Ayrıca günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz adalet duygusunu ön plana çıkarmalı, yoksulluk askeri ücret gibi konular es geçilmemeli ve dış ülkeler ile olan ilişkiler mutlaka düzeltilmelidir.  Son olarak da Doğu Türkistan ile ilgili acil bir proje oluşturulmalı orada ki kardeşlerimizin umudunu yitirmeleri engellenmelidir.
Ülkemiz Türkiye’miz adına bu seçim hayırlara vesile olur İnşaallah. Hak eden kazansın.

Vesselam….

1 Mayıs 2015 Cuma

TEKNOLOJİ VE YİTİRİLEN ÇOCUKLUK


  • Teknoloji denilince ,hepimizin aklına hayatımızı kolaylaştıran bilgiye rahatça ulaşmamızı sağlayan küreselleşen bir dünya gelir.İstediğimiz bilgiye istediğimiz zaman ulaşmamızı sağlayan dünyada  ne olup ne bitiyor saniyede öğrenmemizi sağlayan  bir araç.Bizler genel olarak  teknolojinin  olumlu yönlerini görüp çerçevemizi o şekilde  oluşturuyoruz.Peki ya olumsuz yönlerini hiç düşündük mü?Çocukların teknolojiye olan bağımlılıkları gün geçtikçe daha da artmaktadır.İnternetin öğrencilerin  eğitiminde büyük yararı olduğu bir gerçektir.Özellikle ödev yaparken bir konunun araştırmasını yaparken büyük kolaylıklar getirmektedir.Yararı ve çekiciliği bu kadar açık olan  internet aynı  zamanda çocuklar açısından  bir takım olumsuzlukları hatta tehlikeleri beraberinde getirmektedir.Yapılan araştırmalara göre teknoloji bağımlılığının obeziteyi körüklediği aynı yaş grubundaki çocukların birbirleri ile olan ilişkilerinin koptuğunu sosyalleşmenin gecikmesi ve bence en önemli sorun olan hayal kurma,  ve kitap okuma alışkanlığının yitirilmesine yol açtığı belirlenmiştir.Ayrıca yine yapılan bir araştırmada çocukların teknolojiye (televizyon, telefon  bilgisayar) olan bağımlılıkları saldırganlığı,,şiddeti araçsallaştırmayı ve öz benliğin yitirilmesine zemin hazırlamaktadır.Örneğin televizyonda şiddet görüntüleri izleyen çocuklar  bunları hayatın çok normal ve kabul edilebilir bir parçası olarak algıladıkları belirtilmiştir.Yukarıda bahsettiğim ve kendimce en  önemli olan gördüğüm iki kavramın üzerinde durmak istiyorum .Kitap okuma ve hayal gücü ..Okumak çocuğun kültürel gelişiminin yanı sıra sosyal kimliğinin oluşumda da önemli bir etkendir ve hayatın önemli bir parçasıdır..Malesef  Türkiye' de ihtiyaç malzemeleri sırasında kitap 235. sırada yer almaktadır Türk çocukları kitap okuma konusunda çoğu Afrika ülkesinden geri kalmış durumdadır.Japonya' da toplumun yüzde 14ü ,Amerika da yüzde 12 si,İngiltere ve Fransa' da yüzde 7 si düzenli kitap okurken Türkiye de 10.000 kişide sadece 3 kişi düzenli kitap okumaktadır.Teknolojinin üreticileri kendilerini yenileyip geliştirirken ne acı ki biz teknolojiyi tüketmekle meşgulüz.Türk İstatistik kurumu verilerine göre Türkiye de çocukların yüzde 53.8 i internet kullanıyor  ve bu çocukların yüzde 42.7 si hemen her gün  internete  giriyor.Bu çocukların yüzde 70.5 inin interneti oyun oynamak için kullandığı belirlenmiştir.Yapılan iki ayrı araştırmayı aynı anda almamın sebebi kitap okumaya ayırdığımız vakit ve internete ayırdığımız vakti yapılan araştırmalarla sizlerle paylaşmaktır.Çocukların hayal güçlerini  geliştirmelerinin   araştırma yapma gibi alışkanlıkların yerini hazır bilgiye olan kavuşma arzusu  almıştır.Bana göre teknoloji yokken çocuk olmak demek en güzel çocukluğu yaşamış olmak demektir.Sokaklar hep daha canlıdır.Mesela evden sabah çıkılırdı akşam hava kararana kadar  özgürdük Oyunlar vardı ama kendimizin yarattığı oyunlar ,sanal dünyanın değil.Teknoloji yokken çocukların sanal dünyası yoktu.Her şey nasıl ise öyleydi bugünkü çocukların erişemeyeceği kadar gerçekti.Bisiklete olan aşk saklambaçlar, yakan toplar,çanak çömlek vb oyunlarla güzeldi çocukluk ...Şimdiki çocuklar için gerçekten üzülüyorum.Tamam her şey ellerinin altında yok yok denilebilecek bir zamandayız ama tam anlamıyla çocukluklarını yaşayamıyorlar..Facebook msn bir yığın bilgisayar oyunları hayatlarını kapsıyor artık..Bu yazımda teknolojinin kullanılmasını değil sadece  çocukların hayatlarını teknolojiye göre şekillendirmelerini eleştiriyorum Yitirilen çocukluğa sessiz kalmak ailelerin bu konuda duyarsızlaşması bence en büyük ihmallerden biridir  Bilinçli aileler olmak dileğiyle...TEKNOLOJİ VE YİTİRİLEN ÇOCUKLUK                                                          


  • .KAYNAKÇA ;TÜİK /2004worped.sy.19
  • Avrupa Türkiye  UNESCO okuma alışkanlığı
  • Sosyal bilimcim.edu.tr
  • Neil Postman çocukluğun yokloluşu
  • Rehberlik servisleri buluşma konferansı
  • Ankara üniversitesi sosyal bilimler dergisi